21 Eylül 2022 Çarşamba

ÇOCUĞUMUZU NASIL GİRİŞİMCİ OLARAK YETİŞTİREBİLİRİZ?

 Çocuğumuzu Nasıl Girişimci Olarak Yetiştirebiliriz?

Girişimciler dünyanın en önemli insanlarıdır. Çünkü girişimciler istihdam sağlar. Bununla birlikte girişimcilerin ödedikleri vergiler kamu maliyesinin kaynağıdır. Ayrıca girişimcilerin zenginliği ülkenin zenginliğidir. Herşeyden öte girişimciler insanların konaklama, barınma, eğitim, gıda, giyinme, eğlence, tedavi vb. bütün gereksinimlerini karşılar. İşte bu nedenlerden ötürü devletler girişimcileri kendi ülkelerine çekmek için birbirleriyle yarışır, çeşitli teşvikler sunarlar. Özellikle büyük vergi ödeyen, büyük istihdam yaratan girişimciler aynı olimpiyat şampiyonu sporcular, önemli sanatçılar ya da bilim insanları gibi değerli aktörlerdir.

Schumpeter girişimciyi “başkalarının hissedemeyeceği şeyleri hissedip bunları organize edecek kişi” olarak tanımlar ve ekonomik kalkınmayı “girişimci” üzerinden açıklar. Başka bir deyişle, ülkenin gelişmesi, ilerlemesi “girişimcilerine” bağlıdır. Schumpeter, Yaratıcı Yıkım Teorisi’nde ülkeleri kalkındıran girişimcinin inovatif (yenilikçi) girişimci olduğunu vurgular. Yani bir ülkede yenilik yapan girişimciler varsa (çoksa) o ülke kalkınır. Burada bahsedilen inovasyon (yenilik) icattan farklıdır. Sözgelimi yeni bir üretim tekniği, yeni bir organizasyon modeli, yeni bir tedarikçi, yeni bir pazar gibi… Doğal olarak iş hayatındaki yenilik; hizmet ve ürün yeniliğine ek olarak yeni bir finansman, pazarlama, istihdam modeli de olabilir. Peki o zaman şimdi “girişimci, hatta yenilik yapacak girişimci nasıl ve nerede yetişiyor?” sorusunun yanıtları üzerine duralım. Girişimci olsun ya da olmasın bireyleri yetiştiren iki kurum okul ve ailedir. Sonuçta bizim yarınlarımızı güvende hissedebileceğimiz girişimcilerimizi yetiştirecek okul ve ailenin neler yapabileceğini irdeleyelim.


Okulda Neler Oluyor?

Geleneksel eğitim sistemi “doktor, avukat, mühendis, öğretmen” yetiştirir; maalesef “girişimci” yetiştirmez. Geleneksel eğitim sisteminin paradigması budur ve bu durum bütün dünyada aşağı yukarı böyledir. Sadece bize özgü bir sorun değildir. Bir örnekle açıklayalım, diyelim ki çocuğunuz müziğe, sanata ya da spora yetenekli ve siz de bu yeteneği değerlendirmek istiyorsanız, çocuğunuzu konservatuar ya da spor okuluna gönderebilirsiniz. Ancak çocuğunuz girişimci nitelikleri taşıyorsa onu nasıl yönlendireceğinize rehberlik eden kurum okul değildir. Oysa girişimcilerin ülkeye ne kadar çok katkı yapan aktörler olduğu biliniyor. Takip edebildiğim kadarıyla Batı ülkelerinde bu eksilik fark edildi ve onlar artık okulda girişimcilik konusunda rehberlik yapılmaya başlandı. Örneğin şu adreste Slovenya’da düzenlenen bir girişimcilik yaz okulu programı görülüyor (https://www.funtrepreneurship.eu/).

Okullardaki bir diğer yaklaşım eğitim sisteminin çocuklara “ne yapmamaları” gerektiğini öğretme üzerine kurulu olmasıdır. Yasaklar ve kötü davranışları pekiştiren bu yaklaşım doğru değildir. Başka bir deyişle geleneksel eğitim sistemi maalesef hep yasakları tekrarlamak üzerine kuruludur (koridorda gürültü yapma evladım sendromu). Oysa olumlu davranışlar pekiştirilse daha iyi olmaz mı? Okullardaki benzer anlayış çocukları değerlendirirken de sürmektedir. Çocukların “eksik” olduğu konuların giderilip, “iyi” olduğu konularda kayıtsız kalınması gibi. Sözgelimi lisede münazara yarışmalarında başarılı olan çocuklarımızın bu özelliğini geliştirip onları girişimciliğe yönlendirmek yerine neden eksik oldukları, sözgelimi matematikten ders aldırıyoruz? İnsan sevmediği bir alanda başarılı olabilir mi? Neden eğitim sistemi hep eksik konunun telafisi üzerine kurulu?

Burada vurgulanmak istenilen şudur: “Biz okulda girişimci özelliklerine sahip çocukları bulmalı, onları eğitmeli ve onlara girişimciliğin ‘harika’ bir şey olduğunu göstermeliyiz. Çocuklarımızı doktor, öğretmen, pilot olarak yetiştirelim ama aynı şekilde onların ‘girişimci’ olmasına da çalışalım”.

Üniversiteye gelindiğinde artık iş işten geçiyor. Üniversite aşamasında işletmede çalışacak “nitelikli” insanlar yetiştiriliyor. İşletmelerin pazarlama, satın alma, finansman, üretim, kalite, halkla ilişkiler birimlerinde çalışacak insanlar bunlar. Peki, kim kuruyor bu işletmeleri?

 

Türkiye’de Neler Oluyor?

Okul aşamasında yapılanlar -eksik- kalınca iş aileye düşmektedir. Geleneksel Türk girişimci yetiştirme modeli çocuğu yazın bir işte çalıştırmaktır. Bu yıllardır güzel işleyen bir yöntemdir. Birçok çocuk orada ilk defa para ve müşteri ilişkilerini öğrenmektedir. Ancak son yıllarda bu model işletmelerin -İş Güvenliği mevzuatındaki düzenlemelerden ötürü- geri çevirmeye başladığı bir yöntem olmaya başladı.

Türkiye’nin kültürel özellikleri birçok araştırmaya konu olmuştur. Kültürün iş hayatındaki yansımaları Hofstede, Trompenaars gibi araştırmacılar tarafından ayrıntılı olarak ele alınmış ve kültürleri birbirinden ayıran öğeler karşılaştırmalı olarak analiz edilmiştir. Burada ayrıntılı analizlere girmeden çocuk yetiştirme konusunda Türk kültürünün dikkat çeken özellikleri ele alınacaktır:

En çok dikkat çeken konu Anneanne/Babaanne Müdahalesi olarak özetlenebilecek durumdur. Türkiye’de ebeveynler (başta anneanne ve babaanneler olmak üzere) çocukların/torunların aç kalmasına ve üşümesine kıyamazlar. Yemek yemeyen çocukların ardından elinde kaşıkla evde dolaşan mı istersin, koşup terleyip hasta olmasın diye teneffüste okula gidip çocuğun atletini değiştiren mi istersin, örneklerimiz çoktur. Oysa özellikle yabancılar çocuk yemezse ağzına doyurmuyor; manto, kaşkol elinde çocuk peşinde koşmuyor. Mantık basit: acıkırsa yer, üşürse giyinir. İşte bu alışkanlık maalesef “inisiyatif” alamayan bireyler yetiştirmektedir. İnisiyatif alamayan bireyler 30 yaşına geldiğinde; annesinin bileziklerine, babasının emekli maaşına göz diker; küçük bir sorunla karşılaşınca ebeveynlerine koşar. Kendine verilen talimatlara itaat eder. Bunları akıl süzgecinden geçirmez. Türkiye’de telefonla dolandırıcılığın bu kadar yaygın olmasının nedeni budur. Binlerce insanın tanımadığı bir numaradan gelen çağrıya uyarak bankadan para çekip poşetle bir yerlere bırakması başka nasıl açıklanabilir? Bu nedenle aslında telefon dolandırıcılığını önleyecek en güzel kamu spotu şöyle olmalıdır: “Çocuklarınızın beslenmesine ve giyinmesine karışmayın”.

Girişimcilik konusundaki bir diğer sorun, Türkiye’de “girişimciliğin” meslek olarak kötü bir önyargıyla algılanmasıdır. Sinema ve edebiyat bu konuda etkilidir. Sözgelimi eski Türk filmlerinde, Türk edebiyatında girişimciler, iş adamları hep “olumsuz” bir karakter olarak resmedilmiştir. İşçileri işten atan, gecekonduları yıkan hatta sevenleri ayıran hep girişimcilerdir. Oysa vergisi ödeyen, insanlara iş veren, aş veren, onların türlü gereksinimlerini karşılayan, hatta hayırseverlik faaliyetleri de yapan aynı girişimciler değil midir?

Diğer yandan Türk televizyonları çocuklarımıza zenginliği, lüks yaşantıyı hep güzel bir kariyer olarak sunmakta, ancak rol model olarak Vehbi Koç ya da Nejat Eczacıbaşı gibi girişimciler yerine mafya lideri, futbolcu, manken vb. karakterleri örnek göstermektedir. Bu yönlendirmeler maalesef özgüveni olmayan, sabırsız, risk alamayan, talih oyunları peşinde koşan bir kuşak yetiştirmektedir. Üniversiteleri dereceyle bitiren başarılı öğrencilerimizin çoğunlukla kamuya girme hayalleri kurması özellikle araştırılması gereken bir vakadır.

****

Gillian Lynne’ın Öyküsü

Gillian Lynne 1930 yıllarda, İngiltere’de, 8 yaşında yerinde duramayan bir kız çocuğudur. Birgün okuldan yetkililer annesini çağırarak Gillian’ın öğrenme bozukluğu olduğunu ve doktora götürülmesi gerektiğini söyler. Annesi doktora gider. Doktor Gillian’ın yanına gider ve annesi ile özel görüşeceğini ve biraz beklemesini ister ve odadan çıkarken masadaki radyonun düğmesini açar. Sonra annesinin yanına gider ve “izle” der. Gillian bir süre sonra çalan müziğe uygun ritmle hareket etmeye başlar. Doktor annesinin yanına gelir ve “Gilliam hasta değil, o bir dansçı. Onu bir dans okuluna yazdırın” der.

 Annesi doktoru dinler ve Gillian’ı bir dans okuluna yazdırır. Orada kendisi gibi kıpır kıpır insanlarla karşılaşan Gillian çok mutlu ve başarılı olur. Modern dans yaparlar, bale yaparlar… Sonra girmesi hayli zor olan Londra’da Kraliyet Bale Okulu’na kabul edilir ve derece ile mezun olur. Kendi dans okulunu kurar. Ardından Lloyd Web ile tanışır. “Cats” gibi, “Phantom of the Opera” gibi tarihin en başarılı müzikallerini sahneye koyarlar. Gilliam bugün hem mutlu, hem de zengin. Bir başkası ona ilaç tedavisi önerebilirdi.

****

 Aileler Neler Yapabilir?

 Ailenin çocuğu için yapabileceği en büyük iyilik çocuğun neyi sevdiğini erken keşfetmesidir. Çünkü insanlar sevdiği işte başarılı olur, Gilliam’ın örneğindeki gibi. Çocukların neyi sevdiğini ne kadar erken keşfedersek o kadar zaman kazanırız. Çok önemli bir diğer konu ise başarının kaynağını “doğru” açıklamaktır. Ebeveynler genelde başarının kaynağını “kolaycılığa kaçarak” açıklar. Bu doğru değildir. Başka bir deyişle, “ O şunun adamı”, “Bunun arkasında Bakan var” vb. bahaneler ileri sürmek belki bizi rahatlatır ama, çocukları “tembelliğe yöneltir”. Unutmayalım her başarının arkasında “çalışmak” vardır. İstisnalar istisnadır.

Başarılı işletmelerin “neyi nasıl yaparak başarılı olduğu” stratejik yönetimin yanıtını aradığı sorudur. Benzer şekilde hangi girişimcilerin nasıl başarılı olduğu da stratejik yönetim kapsamında irdelenebilir. Öte yandan kişisel başarının kaynağının ne olduğu konusunda yapılan önemli bir araştırma var: On Bin Saat Kuralı. Malcolm Gladwell, Outliers (Çizginin Dışındakiler) adlı eserinde neden bazı insanların daha başarılı olduğunu bu kuralla açıklamaktadır. NBA basketçilerini ve sanatçıları inceleyen Gladwell özetle şöyle diyor: “Herhangi bir yetenek sınavını geçecek düzeyde başarılı olan çocukların ileride nerede olacaklarını ne kadar çalıştıkları belirliyor.” Günde ortalama yaptıkları pratik saatlerini toplayan Gladwell yirmili yaşlara geldiklerinde toplam 6 bin saat pratik yapan kemancıların Milli Eğitim’de müzik öğretmeni olduklarını, 8 bin saat pratik yapan kemancıların iyi bir sanatçı olduklarını, 10 bin saat ve üstü pratik yapan kemancıların ise dünya çapında bir yıldız olduklarını belirtiyor. Sonuç olarak çocuklarımıza çalışmanın önemini aktarmalıyız.

Ailelerin diğer yapabilecekleri şöyle sıralanabilir: Çocuklarımıza düzenli harçlıklar vermeyelim. Bu onları memur olmaya sevkeder. Bunun yerine çocuklarımıza örneğin evde yapılacak işleri bulmasını isteyelim, sonra da hangi işleri kaça yapabileceği üzerine pazarlık yapalım. Kazançların yarısını tasarruf yapmasını öğretelim. Diğer yandan çocuklarımıza her gece masal okumayalım.  Onlara dört-beş obje (fincan, tatil, dondurma, balık gibi) verelim ve bir öykü (masal) anlatmalarını isteyelim. Bu onların hayal gücünü artıracaktır. Ayrıca çocuklarımıza aile içinde, sözgelimi aile yemeğinde konuşma fırsatı sunarsak, çocuğumuzun topluluk önünde konuşma cesareti/becerisi artacaktır. Sonra onlarla yemeğe, alışverişe gittiğimizde iyi/kötü personelin, esnafın nasıl olduğunu gösterip karşılaştırma yapabiliriz. Çocuklarımıza eski oyuncaklarını internetten, sözgelimi LetGo’dan satmasını eline geçen parayı da tasarruf etmesini söyleyebiliriz. Böylece fiyatın nasıl oluştuğunu, pazarlığın nasıl yapıldığını, hatta internet dolandırıcılarının nasıl çalıştığını öğretebiliriz.

Çocuklarımıza kazandırmamız gereken en önemli konu “okuma” alışkanlığıdır. Okuyan insanların hayalgücü zenginleşir. Okumak beş duyuya birden hitap eder. Bu nedenle okuyan insanların zihinleri daha iyi çalışır. Okuyan insanlar güzel ve etkili konuşur, çevresindekileri ikna eder. Hayatı 200-300 sözcüğe sığdırmaz. Çocuklarımızla birlikte, onlarla yanyana okumalıyız. Onlara kitap okuyarak rol model olmalıyız, televizyon izleyerek değil.

“Jeff Bezos, Bill Gates, Warren Buffet, James Cameron, Mark Zuckerberg”. Bu insanlar dünyanın en zengin insanları ve ortak yönleri çok kitap okumalarıdır. Gates her yıl 15 gün sadece kitap okuduğu bir tatil yaptığını, Buffet vaktinin yüzde 80’inde kitap okuduğunu açıklamaktadır. Bezos ve Zuckerberg sürekli okuduğu kitaplar hakkında sosyal medyada paylaşımlarda bulunmaktadır. Cameron başarısını çok okumaya, meraklı olmaya borçlu olduğunu ifade etmektedir. Vakitleri milyar dolarla ölçülebilecek kadar değerli bu insanların kitap okumaya bu kadar çok zaman ayırması tesadüf olmasa gerek…

Girişimciler dünyadaki bütün ihtiyaçları gören ve bunları karşılayan kişilerdir. Girişimcilerin hayalleri vardır. Bu hayalleri gerçekleştirmek için etrafında insanları toplayabilirler. Daha çocuk yaşta “girişimci olma” düşüncesini benimsetebilirsek, bugün dünyadaki birçok sorunu çözebiliriz. Ülkemizi ileriye taşırız. NASA’nın bir sloganı var: “Başarısızlık diye bir seçeneğimiz yok” diyorlar (Failure is not an option) Ben buna katılmıyorum. Yenilik gerektiren her iş risk alınmadan yapılmaz. Ne yaparsanız yapın risk alacaksınız. Sadece girişimcilikle ilgili değil, her işte durum böyle, eğitimde, sporda, hukukta, sanatta. Ne yaparsanız yapın, “başarısızlık” diye bir seçenek vardır, bunu çocuklarımıza öğretmemiz gerekli, çocuklarımız ilerde başarısız olabilirler. Ancak cesur olmalılar. Korkaklık diye bir seçeneğimiz olmamalıdır.

FİRUZ KANATLI: ÇAĞININ ÖTESİNDE BİR GİRİŞİMCİ

 

Firuz Kanatlı: Çağının Ötesinde Bir Girişimci 

Ekonomist Schumpeter girişimciyi şöyle tanımlıyor: ”Başkalarının hissedemeyeceğini hissedip, organize eden kişi”. Yine Schumpeter’e göre, girişimciler o kadar önemli aktörlerdir ki; ülkeler ancak yenilik yapabilen girişimciler sayesinde kalkınabilir. Eskişehir’in en “yenilikçi” girişimcisi Firuz Kanatlı vefat etti. Türkiye’ye, Eskişehir’e büyük katkıları olmuş bir ailenin “dünyaya rol model” olmuş girişimcisiydi. Allah rahmet eylesin.

Eski işletmeler üzerine araştırmalar yaptığım için bundan yaklaşık on yıl önce; Firuz Bey ve oğlu Firuzhan Bey’le görüşmeler yapmıştım. Bu görüşmelerden bazı hatıralarımı paylaşmak istiyorum:

“Kanatlı Ailesi Gümülcine’den gelmektedir. Ailenin 1910’lu yıllarda Gümülcine’de un fabrikaları vardır. (Baba) Ahmet Kanatlı, mübadele zamanında, Türkiye’ye gelir ve bir daha Gümülcine’ye geri gitmek istemez. Ailesine ‘Siz Gümülcine’deki fabrikayı satın ve buraya gelin’ diye haber gönderir. Kanatlı Ailesi Ahmet Bey’in bu isteğini yerine getirir. Kanatlı Ailesi’nin Türkiye’ye gelebilmesi, fabrikayı ve diğer mülkleri kısa sürede satabilmesi ve karşılıklarını Türkiye’ye getirebilmesi konusunda yardımcı olan kişi Türk Konsolos Firuz Bey’dir. Kanatlı Ailesi Konsolos Firuz Bey’in bu yardımlarını unutmaz. İlk doğan çocuklarının adını ‘Firuz’ koyarlar…”

 En Kaliteli Buğday Eskişehir’de…

“Kanatlı Ailesi Türkiye’de önce Adapazarı’na yerleşir. Aile Gümülcine’deki gibi un fabrikası kurma düşüncesindedir. Ancak un fabrikasının nereye ve nasıl kurulacağını araştırmaktadır. Bu süre içinde geçimini sağlamak için Adapazarı’nda bir bakkal dükkanı açarlar. Bu dönemde ‘Türkiye’de iyi buğdayın nerede olduğunu’ araştırırlar. Bunun için ülkeyi dolaşmaya başlarlar. Araştırma sonucunda Eskişehir’in buğdaylarının kaliteli, şehrin de yatırıma uygun olduğunu gören Kanatlı Ailesi Eskişehir’e göç eder ve bugün Kanatlı Alışveriş Merkezi olan yerde Kanatlı Un Fabrikası’nı kurarlar (1925). Kanatlı Un Fabrikası’nı iki kardeş, Ahmet ve Mehmet Kanatlı ortak olarak işletirler. Mehmet Kanatlı erken yaşta vefat eder. Bu arada Firuz Kanatlı; Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra, üniversite eğitimi İsviçre’de tamamlayıp 1956’da Eskişehir’e döner ve askere gider. Askerde kantin subayı olur. O dönem ‘Arı Bisküvileri’ piyasada satılmaktadır. Firuz Bey askeri kantinde bisküvilerin çok satıldığını gözler. Bu gözlemler sonucu bisküvi fabrikası kurma fikri aklına yerleşir. Zaten ailenin un fabrikası olduğu için, bisküvi ya da makarna imalatı kendini yakın hissettiği sektörlerdir. İyi de bir eğitim aldığı için,  askerde planlar yapmaya başlar. Askerden dönünce fikrini babasına açar. Babasından (Ahmet Kanatlı) kendisine destek olmasını ister. Ahmet Kanatlı oğluna bir arsa verir. Bir de banka kredilerine kefil olur.

Firuz Bey, 29 yaşındayken, 1961 yılında şahıs şirketi olarak Eti Gıda’yı kurarak Ticaret ve Sanayi Odası’na kayıt olur. Fabrikanın bütün tasarımını, çizimlerini Firuz Bey kendisi yapar. 20 Ocak 1962’de İsmet İnönü Caddesi’nde yer alan fabrikada 20 çalışan ve günde 3 ton kapasite ile “Eti” markasıyla bisküvi üretimi başlar. Türkiye’de ilk defa rotatif hamurla “Eti Finger” bisküvisini üretir. Eti Finger ince uzun bir bisküvi olduğu için çaya bandırılabilir. Üstelik hamuru sert olduğu için çayın içine ufalanıp dökülmez. Bu yeni bisküvi bütün Türkiye’de çok tutar. Ardından “Bademli” adı verilen bisküvi gelir. “Bademli” de çok tutar.

Türk İnsanının Çaya Bisküvi Banma Hastalığını Keşfeden İnovatif Girişimci

Firuz Bey Türk insanının bisküviyi çaya banarak yediğini gözlemleyerek çaya banmaya en uygun bisküviyi geliştirir. Finger’i piyasaya sürdükten sonra Eti’nin çıkışı başlar.

Firuz Bey heyecanla Finger’in öyküsünü bana anlatmaya başladığında ben -bisküvi merakım da olmadığı için- “Finger nasıldı?” demiş bulundum. Ah keşke demeseyim. Nasıl üzüldü, nasıl üzüldü… “Bir Eskişehirli olarak Finger’i nasıl bilmezsin!” diyerek şakayla çıkıştı. Sekreterini çağırdı. Finger ve çay istedi. Birlikte çaya batırıp yedik bir güzel. Nasıl kaçırmışım ben bunu diye düşünmüştüm. Vedalaşırken de bir kutu Finger’le beni uğurladı… Binadan çıkar çıkmaz eşimi aradım ve Finger’i bilip bilmediğini sordum. “Tabi biliyorum. Çocukluğumuz çaya Finger batırarak geçti.“ dedi.

Bir Asırlık Sanayici Aile

Gümülcine’de ilk yatırımlarını 1900’lü yılların başında yapan Kanatlı Ailesi yaklaşık yüzyıldır sanayici ve bugün dördüncü kuşağı yetiştiriyor. Üstelik aile üretimi seven, sanayici bir aile, tüccar değil. İnsanlara istihdam yaratmakla kalmıyor çalışanların çalışmaktan gurur duyduğu, mutluluk duyduğu bir kurum yaratmaya çalışıyor. Firuz Bey konuşmasında sık sık bunu vurguluyor: “Bizde çalışanlar uzun uzun çalışıyorlar, buraya giren emekli oluyor…”

“Çalışana ve işe değer veren, iş menfaatlerinin kendi kişisel menfaatlerimizin önüne geçtiği ve her zaman dürüstlükle beslenen bir yapımız vardır. Bazen ağır ama sağlam adımlarla ilerleriz. Eskişehir’liyiz. Eskişehir’i geliştirmek için yatırımlarımızı burada yapıyoruz”

Firuz Bey uzun süre başarılı olmanın sırrını ise şöyle açıklıyor:

“Uzun süre başarılı olmanın sırrı işimizin her şeyin önüne geçmesidir. Önce iş. Bütün mesaimizi, düşüncemizi, aklımızı, enerjimizi işimizin gelişmesine vermemizdir. Ayrıca dededen, babadan gelen iş ahlakı ve iş ilkeleri sahibi olmamızdır. Parayı ‘dolce vita’ hayat yaşamak için değil, daha çok yatırım yapmak, daha çok istihdam yaratmak için kazanırız. İşi düşünürüz, işe aşkla bağlıyız. Böyle olunca insan daha başarılı oluyor ve ayakta kalıyor. Çocuklarımıza da bu değerleri aşılıyoruz.”

Dünyanın sayılı girişimcilerinden biri Eskişehir’den gelip geçti. Keşke hayatı, iş deneyimleri, girişimcilere önerileri… vb kitaplar olarak basılsaydı, hakkında filmler yapılsaydı. Belki de Kanatlı Ailesi, hatıralarını kitap haline getirir. Bir kez daha Firuz Bey’i saygı ve rahmetle anıyorum.

YENİ EKONOMİDE GİRİŞİMCİLİK: STARTUPLAR

 

Yeni Nesil Girişimcilik: Startuplar

Prof. Dr. A. Barış BARAZ

Dünyayı daha iyi bir yer haline getirecek insanlar yeni nesil girişimcilerdir. Bu girişimcilerin kurduğu işletmelere “startup” deniliyor. Startup girişimciler dünyanın daha önce farkedilmeyen ancak önemli bir sorununa e-iş süreçlerini kullanarak çözüm bulurlar. Bu aşamada genellikle yaratıcı, yenilikçi bir iş fikrini hayata geçirirler. Startup girişimcilerin geleneksel girişimcilerden farkı şudur: Startup girişimciler iş kurmak için gerekli kaynakları yatırımcıdan toplayıp, hızla bir ürün ya da hizmeti çıkarıp, işi büyütürler; bir süre sonra da işletmeyi satıp bu defa başka bir yenilikçi fikir peşine koşarlar. Sözgelimi bir mobilyacı kurup, onlarca yıl içinde büyütüp; sonra da burayı çocuklarına, torunlarına devretmenin hayalini kuran girişimci startup girişimcisi değildir. Bu nedenle startup kavramı bir hayali sembolize eder. Bu hayal, parlak fikri olan gençlerin internet teknolojilerini kullanarak kısa sürede yüz yıllık firmaların önüne geçmesidir. Genç startup girişimcileri yeni dönemin rock yıldızları gibidir. Peki neden gençler? Gençlerin girişimci olması daha kolaydır. Çünkü farklı, hatta parlak kariyerlerinden ayrılmak zorunda değildirler. Ayrıca genellikle çoğu bekardır bu nedenle sorumlulukları nispeten azdır ve son olarak teknolojiye daha hakimdirler. Burada önemli bir soru ortaya çıkar: “Parlak bir fikir başarılı bir girişimi garantiler mi?”

Elbette parlak bir fikir olması çok önemlidir. Ancak yeterli değildir. Yapılan araştırmalara göre; startup girişiminin başarılı olması için gerekli olan faktörler önem sırasına göre şunlardır:

  1. Zamanlama (%42)
  2. Ekip ve İcra (%32)
  3. Farklı, özgün fikir (%28)
  4. İş Modeli (%24)
  5. Fon Bulma (%14)

“Farklı ve özgün fikrin” ilk sırada olmaması bizleri şaşırtıyor: Ancak belki çok erken. Dünya bu fikre hazır değil. Erkense dünyayı önceden bu fikre alıştırmak, eğitmek gerek. Tam zamanı mı? Ya da çok mu geç? Yoksa çoktan bir sürü rakip mi var? Zamanlamanın önemini ortaya koyan örnekler: Airbnb ve Uber’dir. Bu şirketler iyi bir fikir, iyi bir iş modeli, ekip ve harika yönetimle başarılı oldular. Ancak başarılı olmalarının en önemli nedeni “zamanlama”ydı. Çünkü her iki şirket de ekonomik durgunlukta, insanların paraya çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde ortaya çıktı. Böylece rahatlıkla insanlar evlerini yabancılara kiraladı ya da kendi araçlarıyla taksicilik yaparak ek gelir kazandılar. Benzer şekilde zamanlama, YouTube’un başarısını da açıklamaktadır. YouTube 2005’de tam ABD’de geniş band hızlı internet erişimi oranı yüzde 50’yi geçtiği anda “mükemmel bir zamanlamayla” hayata geçirilmiş bir parlak fikirdir.

Burada dikkat çeken bir diğer konu ise ekip ve icranın (yürütmenin) fikirden daha önemli olduğudur. Başka bir deyişle: “Çok iyi bir fikir kötü yönetilebilir”. O zaman başarılı olmak için iyi bir fikrin, iyi bir ekiple, iyi yönetilip doğru zamanda piyasaya sunulması gerekiyor.

Dünyanın En Değerli Şirketleri

Dünyanın en değerli şirketleri son yıllarda hızla değişti. Yüzlerce yıllık tarihi olan meşhur sanayi ve enerji şirketleri yerini yeni kurulan teknoloji şirketlerine bıraktı. Sözgelimi 2008’de dünyada en büyük 10 şirket arasında PetroChina, Exxon, General Electric, China Mobile, Gazprom, Shell varken; on yıl sonra, 2018’de bunlar yerini Apple, Google, Amazon, Microsoft, Ali Baba ve Facebook’a bıraktı. Bence kısa zamanda dünyanın en değerli şirketleri startuplar olacak. Çünkü piyasa değeri milyar doları geçen startupların hızla çoğalması bu girişimlerin dünyanın en değerli şirketleri sıralamasının değişeceğini göstermektedir.

 

Startup’ların Değeri

Startup’lar büyük katma değer yaratarak ülke ekonomilerine büyük katkı yapıyorlar. Üstelik kısa sürede. 2019 itibariyle dünyada değeri 1 milyar dolar sınırını aşan 326 startup var.

 


Kaynak: World Economic Forum, “10 Biggest Unicorns in the World-Mapped”, 2019.

Değeri 1 milyar doların üstündeki startup şirketlerin yaklaşık yarısı ABD’de. Tablo 1’de görüldüğü gibi, Çin ABD’yi yakından takip ediyor. Benzer büyüklükler ülke ekonomileri için de geçerlidir. Üstelik startup şirketlerin 1 milyar dolar piyasa değerine ulaşması ivmeli bir şekilde artıyor. Sözgelimi son bir yılda 1 milyar dolarlık değeri geçen şirket sayısı 119. Bu demektir ki başarılı bir startup şirketi kısa sürede bu tabloda yerini alabilir.

 

Kaynak: World Economic Forum, “10 Biggest Unicorns in the World-Mapped”, 2019.

75 milyar dolar değerindeki ByteDance (video paylaşım platformu TikTok’un sahibi) 2012’de kurulan genç bir şirkettir. Tablo 2’de ikinci sırada yer alan ve neredeyse hiçbir fiziksel varlığı olmayan Uber ise 2009’da kuruldu ve 72 milyar dolar değerinde. 1933’de kurulan ve yüzlerce uçağı, binlerce çalışanı olan gururumuz THY’nin piyasa değerinin yaklaşık 3 milyar dolar olduğunu düşündüğümüzde startup’ların kısa zamanda yarattıkları katma değer düşündürücüdür. 2009-2019 arasında startup satışından ülkelerin elde ettiği gelire baktığımızda; son on yılda İsrail’in 56 milyar dolar, İsveç’in 46.8 milyar dolar, Almanya’nın 24.1 milyar dolar gelir elde ettiğini görüyoruz. Aynı dönemde Türkiye’nin startup geliri 1.3 milyar dolardır. Sözgelimi Nevzat Aydın tarafından kurulan ve örnek Türk startup şirketleri arasında gösterilen online yemek siparişi şirketi “Yemek Sepeti” 2015’de 589 milyon dolara Delivery Hero Şirketi’ne satıldı. Benzer örneklerin Türkiye’de artması gerekiyor.

 

Yemek Sepeti Kurucusu Nevzat Aydın

Startup’larda Başarı Oranı

Startup girişimlerde başarı oranı düşüktür. Farklı araştırmalar farklı oranlar verse de ilk girişimde başarılı olan yok denecek kadar azdır. Sözgelimi “ilk girişimde yüzde 10, ikincide yüzde 30, üçüncüde yüzde 50 başarılı olunuyor” diyenler vardır. “Her 10 işletmenin 8’i başarısız olmakta” diyenler de, “kuruluşundan 6 yıl sonra yüzde 40’ı hayatta kalabiliyor” diyenler de vardır. Özetle çabuk ve kolay başarı yok. Tam da bu konuyla ilgili iki güzel özlü söz var. Hangisi daha güzel karar veremediğim için ikisini de paylaşıyorum:

“Başarı, başarısızlıktan başarısızlığa hevesini kaybetmeden koşana aittir.” Winston Churchill

“Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene. Gene yenil. Daha iyi yenil” Samuel Beckett

Yukarıdaki iki güzel sözün de vurguladığı gibi, başarılı olan girişimcilerin ortak özelliklerinden biri çok çalışmaktır. Doğal olarak yaptığı işi severek yapanlar, o işe tutkuyla bağlı olanlar uzun çalışma saatlerinden şikayet etmezler. Ayrıca “çalışma iradesi” belki de daha doğru bir deyişle “tutku” olmadan sizin rakiplerinizin göremediği bir şeyi görebilmeniz mümkün değildir. Demek ki çok çalışacağız, tutkulu çalışacağız. Peki kültürümüzün özellikleri nasıl?

 

Türk Kültürü Startup’a Uygun

Türk kültürünün -her ulusal kültür gibi- kendine has bazı özellikleri vardır. Kültürleri birbirinden ayıran öğeler konusunda en çok referans alan araştırmalardan biri Hofstede’in, diğeri Trompenaars’ındır. İsteyen internetten bu araştırmalara ulaşabilir, ayrıntıya girmeyeceğim. Ben hem bu araştırma sonuçları, hem de kendi gözlemlerimle Türk kültürünün girişimcilikle ilgili özelliklerine değinmek istiyorum: 

En başta genç nüfusumuzun toplam nüfusa oranı yüksek ve gençlerimiz teknolojiyi çok iyi kullanıyorlar. Bu çok girişimcilik için olumlu bir ortam hazırlıyor.

Yakın tarihinde Türkiye birçok kriz yaşadı. Krizler genel anlamda iş hayatına zarar verse de yöneticilerimizin, girişimcilerimizin deneyimini arttırmaktadır. Sıklıkla yaşadıkları kriz deneyimiyle Türk girişimci ve yöneticiler zorlu koşullarda ayakta kalmayı becerebilen bu nedenle dünyada aranılan yöneticiler haline gelmiştir. Benzer şekilde startup piyasasında da çok fazla dinamik (ve doğal olarak kriz) vardır ve bunlar “hızlı” bir şekilde değişmektedir. Sonuç olarak startup piyasasında çok uzun vadeli plan yapılamıyor, aynı Türkiye’deki gibi. Dolayısıyla biz Türkler, bu ivmeli değişimleri zaten halihazırda yaşadığımız için daha kolay adapte olabiliyoruz.

Ekip çalışmasına diğer toplumlar kadar uyumlu değiliz. Belki de krizlerin etkisiyle iş hayatında genel anlamda “güven” sorunu yaşıyoruz.

İş hayatımızdaki bürokratik işler ve vergi oranları Türkiye’de Batılı ülkelere göre fazla.

Hemen “etiket” sahibi olmak isteyenimiz çok. Oysa içini doldurmadığın sürece CEO, Co-Founder vb. havalı etiketlerin hiçbir anlamı yoktur.

Yeni Ekonomiye Geçişte Yaşanan Paradigma Kayması

Geleneksel girişimciliğin hakim olduğu iş hayatı “eski ekonomi”, startup girişimciliğinin hakim olduğu iş hayatı ise “yeni ekonomi” olarak adlandırılıyor. Yeni ekonomideki iş yapma yöntemlerinde değişim o kadar kapsamlı ki bunu iş hayatında yaşanan bir “paradigma kayması” olarak değerlendirebiliriz.

Örneğin Çin’den Türkiye’ye 10 bin adet spor ayakkabı ithal edeceksiniz. Eski ekonomide süreç şöyle işliyordu: “Çin’de bir aracınız oluyordu. Bu kişi istediğiniz özelliklerdeki 10 bin ayakkabının konteynıra yüklendiğine eşlik ediyordu. Sonra o aracı kişi konteynırın başında iki gün bekliyordu. Ardından o konteynır gümrüğe geliyor ve resmi evraklar imzalanıyordu. Sonra paranın Türkiye’den transfer emri veriliyordu. Bu durumda gümrükte bekleyene, fon transfer hizmetine, bankaya vb. aracılara farklı ücret ve komisyonlar ödeniyordu.”

Yeni ekonomide ise aynı süreç şöyle işliyor: “10 bin spor ayakkabı Çin’deki fabrikadan çıkar çıkmaz küçük sensörlerle izleniyor. Mallarınızın ilgili konteynıra yüklendiğini uzaktan görüyorsunuz. Mallar gümrüğe girdiğinde e-imza ile kontrat imzalanıyor. Ardından ödeme elektronik olarak kripto parayla aktarılıyor.” Hepsi bu. Yeni ekonomide ticaretin çok daha güvenli, kolay ve ucuz bir yöntem olduğu görülmektedir. Çünkü hepsi bir dizi elektronik bir işlemden oluşmaktadır.

İnternet teknolojilerinin yoğun olarak kullanıldığı yeni ekonomide bazı yeni iş yapma yöntemleri ve kavramlar var ve bunların Türkçe karşılıkları henüz tam oluşmadı: Startup, Co-Founder, YouTuber, Influencer, Incubator, Venture Capital, Blockchain gibi. Özellikle Türk Dil Kurumu’ndan bu kavramlara güzel Türkçe karşılıklar koymasını bekliyoruz.

Bedri Rahmi “Üç Dil” şiirinde şöyle diyor: “Oğlum Mernus! En az üç dil bileceksin. Çünkü sen ne şu, ne busun… Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun”. Şair belki bugün yaşasaydı, oğluna üç dil öğrenmenin üstüne “startup kuracaksın” ya da “yeni ekonominin yöntemlerini öğreneceksin” öğüdünü verirdi. Kim bilir? Dünyayı daha iyi bir yer haline getirecek insanların yeni nesil girişimciler olduğunu söyleyerek yazıya başladık. Kuşkusuz Türkiye’yi de daha iyi bir yer haline getirecek insanlar yeni nesil Türk girişimcilerimizdir. Bu dönüşümde bize düşen gençlerimize yeni ekonominin kurallarını öğretmek ve onları startup girişimcisi olmaya özendirmek olmalıdır.

KURUMSALLAŞMA NE DEĞİLDİR?


Türkiye’deki yönetim alanında yanlış olarak kullanılan kavramların başında “kurumsallaşma” gelmektedir. Yanlış kullanım örnekler maalesef çoktur. Sözgelimi, “corporate governance” konusunda bir araştırma yapıp, literatürü “Kurumsal Teori’den” yazanlar olduğu gibi, aile işletmelerinin kurumsallaşmasını araştırıp; “corporate governance” ilkelerine referans veren araştırmacılarız da var. Bu karışıklığın “birkaç münferit vaka” düzeyini aştığını görünce bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.

Yazıda önce birbirlerine karıştırılan kavramların doğru karşılıkları, ardından benzer sorunların tekrarlamaması için çözüm önerilerimi aktarmak isterim:

Kurumsallaşma (institutionalization): Genellikle aile işletmelerinde “patron odaklı yönetimden, sistem odaklı yönetime” geçiş sürecinin karşılığı olarak kullanılan kavramdır. Kurumsallaşma ile aile işletmesinde kişilerden bağımsız kurallar gelişir. Böylece işletmede kişilerin isteklerinden, kaprislerinden bağımsız bir yapı gelişir. Bu süreç “profesyonel yönetime geçiş” ya da “profesyonelleşme” olarak da tanımlanabilir.

Kurumsal Yönetim (corporate governance): Çok ortaklı işletmelerde hak sahipleri (hisse senedi sahipleri) ile söz sahipleri (yöneticiler) arasındaki ilişkilerin hangi ilkelere göre yürütülmesi gerektiğini açıklayan kavramdır. Kurumsal yönetim kavramının ana teması işletmenin üst yönetiminin, özellikle CEO olarak adlandırılan Baş İcracı Yönetici’nin ortaklar tarafından denetlenmesidir. Bu sayede “yolsuzluklar” önlenir. Kurumsal yönetim kavramı 2000 yılında ABD’nin en büyük şirketleri arasında yer alan Enron’un yolsuzluk nedeniyle batmasıyla kamuoyunun çok dikkatini çeken bir kavram olmuştur. Kurumsal yönetimin amacı halka açık, çok ortaklı işletmelerin adil, şeffaf, hesap verebilir ve sorumlu bir şekilde yönetilmesidir. Kavram Türkçe’de (benim de tercihim olan) “kurumsal yönetişim” olarak da kullanılmaktadır.

Örgüt Teorisi olarak Kurumsallaşma Teorisi (Institutional Theory): Meyer ve Rowan’ın (1977) öncüsü olduğu, DiMaggio ve Powell (1991) geliştirdiği sosyolojik bir örgüt teorisidir. Kurumsal Teori’ye göre örgütlerin yapısı çevreye göre şekillenir. “Yeni Kurumsal Teori” olarak da adlandırılan Kurumsal Teori’de kurumsallaşmaktan kastedilen “çevrenin” kurumsallaşmasıdır. Başka bir deyişle, örgütün içinde bulunduğu “örgütsel alanın” kurumsallaşmasıdır. Oradaki yönetim icraatlerinin, kuralların, yöntemlerin kurumsallaşmasıdır. Örgütün kurumsallaşması değildir. Örgütün içinde bulunduğu çevrenin (örgütsel alanın) kurumsallaşması ve buna bağlı olarak örgütlerin etkilenmesidir.

Kurumsal Teoriye göre; örgütsel alanda, başka bir deyişle çevrede “yasal”, “normatif” ya da “bilişsel” temelleri olan bazı rutinler oluşur. Bu rutinleri oluşturan örgütlerin kendisi, tedarikçi kuruluşlar, düzenleyici kuruluşlar vb. birçok aktör olabilir. Böylece çevre kurumsallaşır. Örgütlerin buna tepkisi ise “uyum”dur. Kurumsal Teori; örgütlerin hayatta kalmaları (meşruiyetlerini sağlamaları) için sadece etkili, verimli olmalarının yetmediğini, kurumsal çevreye uyum sağlamaları gerektiğini savunur.

Örgüt Teorisi olarak Kurumsallaşma Teorisi hakkında diğer iki kavrama göre daha az sayıda Türkçe yayın vardır. Kurumsal Teoriyle ilgili az sayıda Türkçe eserlerin önemli bir bölümünü Şükrü Özen vermiştir. Bu yüzden konuyu merak edenlere Özen’in eserlerini okumalarını öneriyorum. Sözgelimi Toplam Kalite Yönetimi’nin Türkiye’de yayılım sürecini, Kurumsal Teori’nin öğretisiyle çok güzel bir şekilde açıklamaktadır (Şükrü Özen, Bağlam, Aktör, Söylem ve Kurumsal Değişim: Türkiye’de Toplam Kalite Yönetiminin Yayılım Süreci, Yönetim Araştırmaları Dergisi, 2002, Cilt 1, Sayı 2, sy.47-90).

Görüldüğü üzere üç kavramın da ana teması ve açıkladıkları konular farklıdır. Birbirleri ile ilişkileri de yoktur. Ancak bir beyin fırtınası yaparsak ve bu kavramlar arasında doğrudan olmasa bile, aynı bilardodaki gibi banttan ne tür ilişkiler olabileceğini sorgularsak şu durumlar ortaya çıkıyor:

Kurumsallaşma ve Örgüt Teorisi olarak Kurumsallaşma Teorisi Arasındaki İlişki

Aile işletmesinin kurumsallaşmasında patron odaklı yönetimden sistem odaklı yönetime geçiş yöntemlerinin açıklandığı aktarmıştık. Bu durumda örgüt içinde kişilerden bağımsız kuralların geliştiği (kurumlaştığı) söylenebilir. Benzer şekilde Kurumsallaşma Teorisi’nde de kişilerden bağımsız rutinlerin tekrarlanmasıyla bazı kurumların gelişmesi söz konusudur. Ancak bir analiz (düzey) farkı dikkati çekmektedir. İlkinde örgütte, ikincisinde örgütsel alanda (çevrede) kurumsallaşmadan söz edilebilir. Başka bir deyişle biri örgüt içindeki, diğeri çevredeki kurumsallaşmayı açıklar. Çevredeki kurumsallaşmaya örgütün verdiği tepki ise uyum olmaktadır.

Peki her iki kavramın odaklandıkları konulara değinelim: Kurumsallaşma Teorisi bir çevredeki örgütleri uzun yıllar boyunca inceler ve kurumsal eşbiçimliliğe ve bu eşbiçimliliğin türlerine odaklanır. Aile işletmesinin kurumsallaşmasında ise yıllarca konu hep “ne yapalım ne edelim de sistem odaklı yönetime geçelim?” sorusu etrafında toplanmıştır. Belki son yıllarda örgütte inovasyonun öneminin artmasıyla birlikte “aslında çok da fazla kurumsallaşmak hantal bir yapı ile sonuçlanıyor. O zaman öyle bir yapı kuralım ki, hem patron odaklı olmasın, hem de çalışanlar inovasyona yönelsin” konusuna yönelmiştir. Görüldüğü üzere iki kavram arasındaki ilişkiyi “örgütte kişilerden bağımsız kurumlar” olarak tanımlanabilir Ancak yukarıdaki nedenlerden ötürü, bu ilişkiyi zayıf bir ilişki olarak nitelendirebiliriz.

Kurumsal Yönetim ve Kurumsal Teori Arasındaki İlişki

“Corporate Governance” kavramı Türkçe’ye neden “kurumsal yönetim” olarak çevrildi bilemiyorum. TKYD adında “Kurumsal Yönetim Derneği’nin” bile olması bu çevirinin Türkiye’de içselleştirildiğini doğrulamaktadır. Ancak yukarıda da açıklandığı gibi corporate governance’ın bu iki kavramla (bence)      -yanlış Türkçe çevirisi dışında- bir benzerliği yoktur. Yine beyin fırtınası yaptığımızda; en yakın ilişki bence; Kurumsal Teori’nin öğretileri ile kurumsal yönetimin (corporate governance) nasıl yayıldığının analizidir.

Sözgelimi ABD’de kurumsal yönetim kavramının nasıl yayıldığını ele alalım: 2000 yılındaki Enron yolsuzluğundan sonra ABD’de mevzuat değişir ve yönetimi daha fazla denetleyen Sarbanes-Oxley Kanunu (SOX) hayata geçer. Sonra devlet halka açık şirketlere der ki ”Sarbanes-Oxley Kanunu’na göre çalışacaksın”. Kurumsal Teori’nin açıklamalarına göre bu davranış Coercive Isomorfizm’dir (zorlayıcı eşbiçimlilik). Sarbanes-Oxley Kanunları’nın özü zaten “Kurumsal Yönetim İlkeleri’ne” dayanmaktadır.

Aynı durumu Türkiye için düşünürsek: Yeni Türk Ticaret Kanunu anlaşılır ve güzel bir Türkçeyle işletmeleri kurumsal yönetime özendirmekte ve halka açık olanlara da kurumsal yönetimi mecbur tutmaktadır, aynı SPK gibi. Bu Kurumsal Teori’nin diliyle “zorlayıcı eşbiçimliliktir”. Diğer yandan Türk Kurumsal Yönetim Derneği (TKYD) de birtakım faaliyetlerle kurumsal yönetimi anlatıyor, tanıtıyor, benimsenmesi için çaba gösteriyor. Bu ise yine Kurumsal Teori’nin açıklamalarıyla normatif eşbiçimliliktir. İki kavramın ilişkisi zayıftır, başka da bir ortak yönü yoktur.

Kurumsallaşma ile Kurumsal Yönetim Arasındaki İlişki

Son olarak aile işletmesinin kurumsallaşması ile, corporate governance karşılığı olarak kullanılan kurumsal yönetim arasındaki ilişkiye bakalım: Aile işletmesinin kurumsallaşması ile şahıs odaklı yönetimden sistem odaklı yönetime geçiş açıklanıyordu. Kurumsal yönetim ile de yöneticiler ve ortaklar arası ilişkilerin nasıl olmasına ilişkin (kamuya şöyle bilgi verilecek, yönetim kurulu şöyle çalışacak vb.) birtakım ilkeler sıralanmaktaydı. Her iki kavramın odak noktaları farklı olmasına rağmen; Kurumsal yönetim ilkelerini uygulayan, benimseyen bir örgütün doğal olarak “kurumsallaşma” konusunda ilerleme sağlayacağı düşünülebilir.

Ancak kurumsal yönetimin odağı yukarıda da açıklandığı gibi “ne yapalım edelim de yöneticileri denetleyelim”dir. Bu ilkeleri benimseyerek kurumsallaşma yönünde aşama kaydeden olabilir. Tersi de söz konusudur. Hatta Şükrü Özen’in “törensel benimseme” adını verdiği bir “sözde” benimseme modeli de vardır. Bir örnekle belki daha anlaşılabilir: Bilindiği gibi, halka açık işletmelerin SPK düzenlemeleriyle uyması zorunlu bazı Kurumsal Yönetim İlkeleri var. Ancak işletmeler bunlara “şekil” olarak uyuyor, konuyu içselleştirmiyorsa o zaman Özen’in vurguladığı “törensel benimseme” söz konusudur.

Bu konuda Türkiye’de yapılan bir araştırmada Üsdiken ve Öktem “bağımsız” olması gereken yönetim kurulu üyelerinin aslında “bağımsız olmadıklarını” ortaya koymaktadırlar. Bu durum da kurumsal yönetimi “törensel” olarak benimsediklerini doğrulamaktadır (Behlül Üsdiken, Özlem Yıldırım Öktem: “Kurumsal Ortamda Değişim ve Büyük Aile Holdingleri Bünyesindeki Şirketlerin Yönetim Kurullarında İcrada Görevli Olmayan ve Bağımsız Üyeler” Amme İdaresi Dergisi, Cilt 41, Sayı: 1, Mart 2008, sy.43-71).

Sonuç

Yazının sonunda benzer kavram karmaşalarını aşmak için neler yapmak gerekli? Sorusunun yanıtlarını tartışmak isterim. Aslında bu ve benzer kavramların Türkçe’deki karşılıklarını dilimize doğru yerleştirmek için Türk Dil Kurumu her bilim dalından olduğu gibi, “Yönetim” kürsüsünden üstad hocalarımızla periyodik toplantılar yapıp yabancı kavramlar üzerinde hem fikir olunan karşılıkları kamuoyu ile paylaşabilir. Diyelim ki Türk Dil Kurumu’nun işleri yoğun ve bu işe zaman ayıramadı. O zaman her yıl düzenlenen ulusal bilimsel kongrelerde düzenli olarak bir oturum düzenleyip; sözgelimi yönetim kürsüsündeki dilimize yeni giren sözcüklerin Türkçe karşılıkları tartışılabilir. Hatta yönetim hocaları kongre öncesinde online bir platformda (forum gibi) biraraya gelip en azından hangi kavramlara ne gibi Türkçe öneriler sunduklarını sıralayabilirler. Eğer bu yollardan biri hayata geçirilmediğinde maalesef birbirinin ne dediğini anlamadığı için yarı İngilizce, yarı Türkçe konuşan insan sayısı giderek artacaktır.

Son olarak hem yeni araştırmacılara, hem de kıdemli araştırmacılara bazı öneriler sunarak yazımı bitirmek istiyorum: Önce kendim gibi kıdemli araştırmacıların Türkçe yayınlar yapması gerektiğini önemsiyorum. Sözgelimi ben “kurumsal yönetim” konusunu -bu yazıda olduğu gibi- irdeleyen birkaç kitap yazsaydım belki bugün yaşanan karışıklık daha az olabilirdi.

Yeni araştırmacılara önerim de ilgilendikleri konuya “merakla” yaklaşıp, çok okumaları ve sabırlı olmalarıdır. Bir bildiri ya da makale, hatta tez yazmak sabır ve bilimsel disiplin gerektirir. Aceleyle Google’a aranan kavramı yazıp ilk gelen içerikleri derinlemesine okumadan kopyala-yapıştır yöntemiyle bir şeyler üretmeye çalışmak sizi yanıltabilir. Çünkü kimi zaman Google’a eklenen içerikler de doğru olmayabilir.

Not: Kurumsal Yönetim kitabı yazma konusunda konsantrem tamam :)